ömrüm,
sana karşı boş bulunmakla geçiyor. seni her ziyaretimde, tabancamı
emanete bırakıyorum. gözlerin uçaklarla bombalarken bağrımı, kendime
affından gayrı sığınak bulamıyorum. beni affetmelisin! bunu yapacağına
inanarak başlamalısın işe. biliyorum, yaptığım gaflar boyumu geçti.
şimdi elimi her belime attığımda, bana doğrultulan tabancanın aslında
benim tabancam olduğunu anlıyorum. elimi her beline attığımda, bir müzik
kutusu infilak ediyor gibi başlayan bir şarkı... yo hayır, seninle dans
etmek için değil bütün bu arbede, tüm bu devranın efsunlu çarkı! seni
dansa kaldırmam için bir çocuğu hıçkırık tutsa, kâfi!
dünyanın
bütün bahaneleri bir araya gelse, yaşadıklarımızı berkitemez. birimiz
neden bahsettiğimizi unutmalı! neden bahsettiğimizin ne önemi var? hem
neden bahsedebiliriz ki biz?! bahsettiklerimizin ne kadar ötesine
geçebiliriz? mesele şu; biz bir şeyden bahsederken, bir şeyden
bahsettiğimizin her daim farkındayız! susup, sadece birbirimize baksak?
ve bu sıra gözlerimiz dahi konuşmasa… sanki o vakit, gerçek bir
suskunluk koyabiliriz aramıza.
başımıza
ne geldiyse, hep konuştuklarımızdan! tabi bir de anladıklarımız var.
oysa ne varsa, konuşamadıklarımızda! ne varsa, işte o anlamadıklarımız
var ya, hepsi onlar! oraya gitmenin bir yolunu bulmalıyız. konuşmadan ve
anlamadan, insan neyin farkında olabilir ki? ey senin farkında olmamla
başlayan maceram, bana borç ver biraz! ey sırrın bir işe yaramadığı
açıklık! ey sen! ve ey sen olmayan! ve ey sen olmakla olmamak arasında
salınan! bütün yazmadıklarım beni bulsun, böylece yazmayabilirim!
sana
dönünce lunaparkta bir çocuğun ölümünü seyreder gibiyim azizem. ben
artık biraz uyumalıyım. biraz kiraz yemeliyim. ve ey su içmek, beni
boşver! ölmek gibi sevmek… asıl bu eksik aramızda!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder